Yeni Dönem

İkinci dönem başlıyor! Uzun sayılmayacak bir aranın ardından zil yine çaldı, ders zili. Soğuğun en içten veya samimi şekilde hissedildiği, yaşamakta olduğum şu ilçeden yine samimi günaydınlarıyla içimi ısıtan öğrencilerim de olmasa, hani bahsedilen pazartesi sendromu var ya, onu tatil x pazartesi şeklinde telakki edip kat be kat daha ağır bir ağırlık altına girmemem işten bile değil.

Ve bir de dipnot bugünden kendime: eğer idari kadroya ilerde olur da geçersem okul açılış ve kapanış zamanlarında öğrencilere kısa ve esprili fakat bilgi veren ve yönlendiren bir konuşma mutlaka yapacağım.

Yeni dönem hayırlı uğurlu olsun bizlere…

Dönem Sonu

İşte dönemin son okul günü. Uğurlayacağım öğrencilerimi, “Yine görüşeceğiz, özleyeceğim sizi” deyip uğurlayacağım. Üzüntü? Evet, hissediyorum. Var az çok. Ancak o kadar da yoğunum ki. Her sınıf ve şubeye az sayılmayacak şu tatilde dikkat etmeleri gerekenleri sayıyordum, saymalıydım da.

Hoş, güzel, tatildi. Tatil demek de dinlenmek ve belki de kaba bir tabirle tembellik etmekti. Peki onların tembellik etmeye ve aslında çocuk olmaya imkanları var mıydı? Maalasef! Anlattım onlara, haklısınız dedim ki haklıydılar. Dinlenin, eğlenin. Evet bunları yapın ama unutmamanız gereken bir şey var: sizler bir koşunun, uzun bir maratonun yarışmacılarısınız. İster farkında olun, ister olmayın bu böyle. Yapmanız gereken de öyle sabah akşam derskolik olmak değil, bunu iyi biliyorsunuz. Ve sonra devam ettim; “Notlarınızı göreceksiniz karnenizde ve aslında çoğunu biliyorsunuz şimdiden. Canınızı sıkan notlara sahip arkadaşım var mı aranızda?” denilince çoğu evet anlamında başını salladı. Ve yine “Peki bu cansıkıcı notları bu dönem düzeltip mutlu olmak istiyor musunuz?” diye sorunca yine aynı baş hareketi tepkisini aldım. “şu an bu dönemi bitiren ve sizinle aynı duygu ve düşünceyi paylaşan yaklaşık 17 milyon öğrenci var biliyor musunuz? Çoğu pişman; neden kötü notlarım var, neden notlarım daha iyi değil derdinden. Ve harekete geçmek, düzeltmek istiyorlar. Hissedebilirsiniz onların bu hislerini. Ama inanın bana onlar 2.dönem 1.dönemden daha başarısız bir tablo çizecekler. Gerçekten! Sebebi mi? Sebebi basit; bu tatil sürecinde ilk dönem eksik oldukları hatta belki de hiç olmayan bilgi altyapılarını ele almama hatasına düşmeleri. 2.dönem, 1.dönem üzerine inşa edilir. İlki sağlam olmazsa 2.sinden sağlamlık beklenemez.

Bu sözlerimin üzerine düzenli olarak dönem başından bu yana işlenilen konuları tekrar etmelerini, belli miktarda günlük sorular çözmelerini ve her gün en az 25 dakika kitap okumalarını tavsiye ettim.

Öğret-benim Olur musun…

Yaz tatili, yazın bitmesinden hemen sonra bitti ve bugün milyonlarca öğrenci için –o meşhur mecaz ile- “ders zili çaldı”. Ben, bugünü tam 16 yıl yaşadım, bu seneyle birlikte de 17 oldu. O kadar senedir benim için her şey aynıydı aslında. Erkenden kalktım, imkânlarım nispetince en yeni elbiselerimle okuluma gittim. Yine heyecan… Hem de dışarda beni sırılsıklam eden, sevinç ile adrenalinin karışımı şeklinde bir yağmur vardı. Ayakkabımın içini ve gömleğimi ıslatan işte o sağanaktı. Neyse ki güneş, hala neşeli huzmeleriyle bana kurutma konusunda iyi bir yardımcıydı. Ayrıca ıslaklığı saklayan koyu renkli takım elbisemin de hakkını yemeyeyim.

                Dedim ya her şey aynıydı bende. Ben, etrafımda öğrenciler ve yepyeni bir yıl. Fark mı? Sadece giydiğim elbise ve davranışlarımı kendisine göre şekillendirmem gereken bir öğretmen kalıbı. Ayrıca üzerime bir beden büyük hissettim bu kalıbı. Şimdi şöyle de bir bakayım kendime yakışmış mı diye. Eh, fena değil. Yok, aslında, yakışıklı da sayılırım. Lila renk gömleğim bu konuda bana faydası dokundu, sağ olsun, yani eskimesin. İşte tek fark bol da gelse bu üzerimdeki iki şey, takım elbisem ve rolüm olunca yine hayat aynı devam ediyor, bundan eminim. Ha bir de, sınıf arkadaşları arasında suskun, sessiz duran ve boyu yıllar sonra uzayacak olsa da diğerlerinden kısa olan ve bütün bu olumsuz hissettiği algılara rağmen başarılı bir akademik ilerleme gösteren ben’den daha şanslı bir pozisyondayım. Bunu düşününce şimdi çok çok iyiyim. Acaba bahçede sıraya durmuş, öğretmenlerinin sus telkinlerine boyun eğmek, belki de aylardır göremediği arkadaşlarıyla muhabbeti yarıda kesmek zorunda olan o enerjik, potansiyel cevherlerden birinin hemen orda evrim geçirip boyu uzasa ve üzerindeki elbise de külkedisi misali birden takım elbise olsa, sonra arkadaşlarına sus demeye o da başlar mı. Değilse neden? Veya o, öğrenciler hizayı tam sağlayamadı diye onları azarlayan, bir anda küçülüverse ve kıyafeti de mavi renk bir hale bürünse mükemmel bir hiza ustası olup azar yemez miydi? Değilse neden? Geleceğin insanlarını terbiyeli, sus deyinde susan, iyi hizaya giren insanlar üretmenin derdine girerken yoksa işin içine kişisel hislerimiz mi giriyor, ya da ne kadar da çok giriyor. Doğru! İnsan fıtrat itibariyle duygularından kendini soyutlayamaz ama…

                Diyorum ki, oradaki yaramaz afacanla öğretmenin arasındaki fark, aslında büyüme ve gelişmenin dışında hiçbir şey. Bu aynılığı bilen eğitimciler, yarının eğitimcilerini daha sağlıklı iletişimlerle –yani eğip bükmeden ve toleranslı- şekilde süreci sürdürecektir. Dolayısıyla, bundan bin yıl önce  yirmi yaşındaki bir insanla bin yıl sonraki insan aynılar. Bu içgörüyle yaşayan münevver insanlarla aydınlık bir geleceğe adım atmak temennilerimle…

19.09.11

Tunahan

1

Dirmil İ.Ö.O.da İlk Seminer

Eğitim-öğretim yılı, 1.sınıf öğrencilerimize 12 eylül itibariyle başlamıştı. Yeni yıldı, ancak onlar için en yeni. Çünkü üniversite hayatı da dahil edilirse 16 yıllık uzun ve zahmetli basamakları çıkacakları uzun bir merdivene ayak bastılar.

Bir gün öncesinden, 13 eylülde seminer haberini verdiğimiz 36 öğrenci velimizden 28 tanesi gibi bir çoğunluğun katılması sevindiriciydi. Ayrıca benim açımdan okulumdaki ilk seminer olması dolayısıyla apayrı bir önem arz eden bu seminerin renkli, eğlenceli ve faydalı geçtiğine inanıyorum. Buradan iştirakleriyle hem kendi bir taneleri, çocuklarına önem verdiğini gösterip etkin dinleyen hem de motive olmam açısından bana fayda sağlayan tüm öğrenci velilerine teşekkürü bir borç bilirim.

Kullanılan slayta ulaşmak için tıklayınız:

http://www.tunahancetin.com/?attachment_id=355 

“Çek”im Başlasın

Her milletin gurur duyduğu, işte biz şöyleyiz böyleyiz deyip mutlu olduğu birtakım özellikler vardır. Doğal, zira insanın doğasında vardır: az ya da çok. Bizim milletimizin ise birçok… Şunu yaparız, şu şekilde yaparız şeklinde diğer milletlere böbürlendiğimiz çok ama çok şeyler sayarız. İşte bunlardan bir tanesi de dilimizin zenginliğidir. Zengindir, değildir konularına değinmeden “çekmek” mastarını sıkmadan, şöyle etraflıca ele almak istiyorum.

Zannımca sözlüğümüzde “çekmek” mastarı için ayrılan bölümün sayfaları oldukça fazladır ve ilk anlamı ise “asılmak, bir nesneyi bir noktadan diğer bir noktaya taşımak için kuvvet uygulamak”tır. Fakat biz;

Birini kıskandığımızda “-e bilmek” ile olumsuz çekimle “çekemeyiz”.

Utandığımızda “-in” yapım ekiyle çekinir, birini bela ve musibete duçar ettiğimizde de “-tir” yapım ekiyle “çektiririz”.

Vazgeçtiğimizde, bir şeye son verdiğimizde “-il” yapım ekiyle “çekilir”, biriyle sağlam bir rekabete girince “çekişir” ve o kişinin –belki de rekabetin bir meyvesi- arkasından ileri geri konuşursak da “-iş” ve “-tir” yapım ekleriyle “çekiştiririz”.

Merakımız vardır genel olarak, bol bol “fotoğraf çek”eriz. Hatta fotoğraf çekme özelliği bulunmayan telefon, bizim için telefon sayılmaz.

İyi diyalog kurmak maksadından ziyade işlerimizi yaptırmak için “yağ çek”er ve bunu yaparken hiç “çekinme”yiz.

Birlikte sevinmeye, eğlenmeye bayıldığımızdan olsa gerek düğünlerde “halay çek”eriz. Eğlencemizin dozunu iyi ayarlamakta sorun yaşayınca düğünde silah kullanıp birbirimizi, hatta damat/gelini vurmakla diğer insanların “dikkatini çek”eriz. Ayrıca bu gibi dikkat çekici işlerde diğer milletlere nispetle “başı çek”eriz. Neden böyle yapıyorsunuz denilince, biraz diklenici ruhluysak peşkeş veya “rest çek”er, gözümüz kararırsa “çeker gider”, sivrilikte uç dereceye ulaşmaya cüret edince de “bıçak-silah çek”er, sonra da kendi başımıza açtığımız belanın “derdini çek”eriz.

Eskiden “telgraf çek”ilirmiş. O da yaygın olmadığı için pek görüşemediğimiz, içimizde bir ukde olarak kalmış olacak ki görüşmeyi, konuşmayı yani iletişim kurmayı çok sevdiğimizden irtibat kurmayı “iple çek” eriz. Ancak maalesef her yerde “telefon çek”mez. Gerçi artık çok yerde “dört çek”iyor(muş). Kontörümüz aramaya yetersiz ya da bedavamız varsa “mesaj çek”eriz.

Alışveriş mi? Bu çağda tam çılgınıyızdır. Cebimizde metelik olmasa bile bizlere büyük lütuf olan muhterem alternatifimizi kullanarak “kart çek”eriz. Ancak kartı eşimize vermiş isek ve o da bizi “önü çek”ilmez bir borca sürüklemişse “fırça çek”eriz. Kızmışsak, çok kızmışsak belki de “araya duvar çek”er bir müddet konuşmayı keseriz. Daha da sinirlenmişsek evliliğimizin üzerine –hani kolay ya- bir “çizgi çek”er evliliğimize son veririz. Nedeni makul gelir: para “suyunu çek”miştir. Ama böyle sudan sebeplerle çok boşanırız.

Okulluyuzdur ya da okullu olmuşuzdur yıllar yılı. Hatırlarsınız, Türkçe derslerinde sıkça “fiil çek”mişizdir orda. Çalışmayınca da cesaret edebilmişsek “kopya çek”miş, teneffüste de top oynayıp “şut çek”mişizdir. Muzırda ileri isek –maçta sinirler hep gergindir- arkadaşımıza maçta “hareket çek”mişizdir.

Dedim ya, dilimiz zengin mi değil mi konularına girmeyeceğim. Ama hakkında “film çek”ilebilecek kadar ilginç ve geniş kullanımları var olan bu “çekmek” mastarı bile bazı düşünce yapısına sahip insanları tüm bildiklerini sıfırlatacak, “reset çek”tirecek nitelikte. Tüm bu anlattıklarıma güzel bir “cila çek”ip, “mastar çek”imlerinin stüdyosunun genç dimağlarımız olmasını temenni ederim

Tunahan

16.09.11

 

 

Emekli Kim?

Bugünlerde işe yeni başladım. 16 yıldır devam eden örgün eğitim hayatım artık nihayete erdi. Ben çalışmaya başlarken de yüzlerce insan sona yani emekliliğe ayak bastı. Emeklilik kelimesiyle tanışmama daha yıllar yıllar var ve onunla ilgili hiçbir olumsuz bir anım olmamasına karşın bu kelimeyi çok itici buluyorum. Emeklemek gibi bir anlam canlanıyor sanki zihnimde de o emeklediğim şirin ama çaresiz olduğum zamanlardaki hallerime gideceğim oluyor.

Emekler veririz işe, hayata, insanlığa… Bunu ömür boyu da yaparız. Aslında da hep bir emekler silsilesidir uğraştığımız. Çünkü attığımız her adımda dahi bir gayretimiz, var olan enerjimizi bir amaç doğrultusunda kullanmak vardır. Belli bir yaşa gelininceye kadar emekler hep devam ettiği gibi emekli olunduktan sonra da emek bitmez. Dedim ya emek hep vardır; ancak ondan sonra ki emeklerin pek kıymeti yoktur sanki.

Uzun yıllar emeğini harcayanlarda emeklilik günlerindeki planları düşlemek gelir mutlaka. O günlerin ne kadar güzel olabileceği tasvir edilebilir. Hoş, emekli olunca boşluğa düşen insanların çokluğu apayrı mesele. Geçen gün, yeni taşındığım ilçedeki taksici Tacettin Abi ile tanıştım. Kendisi emekli ambulans şoförü. Taksisiyle yolda giderken birden yağmur başladı. O sırada hava soğuk, arabanın silecekleri de yağmur sularıyla cedelleşmekteyken Tacettin Abi “Bak şimdi deniz kenarında olacaksın, bu yağmur tanelerinin tek tek suya düşüşünü üşümeden izleyeceksin” dedi. Ben birden irkildim önce ve hemen gözümün önünde abinin anlattıkları perdeleniverdi. Denizkıyısı, deniz deyince akla ilk gelen tatil olunca sordum O’na tatillerle aran nasıl diye. O da dedi ki “Emekli olmadan önceleri benim yıllık 20 gün iznim olurdu, onda da aynen bu dediğimi yapar, denizin kıyısında güzel bir tatil yapardım. Şimdilerde çocuklar, hanım neden tatil yapmıyoruz, sen boşa mı emekli oldun diyorlar” dedi gülümseyerek. Bunun arkasından “Sen tatilden de emekli olmuşsun abi” diyecektim ama o sırada çoktan düşünmeye koyulmuştum: emeklilik=rahatlık mı? Yoksa emeklilik yaldızlı bir geçmişin hazin sonunun bir habercisi, tabut yoluna giden yola dönülecek son kavşak mı?

Bazen aklıma, emeklilik için ayrılan ve ödenen paraları biz kendimiz biriktirsek de belli bir yaştan sonra ordan alıp alıp kullansak diye komik fikirler gelir de düzenin çarkına güleceğim gelir. Yıllar yılı emekli maaş kuyruğu da beni böyle düşünmeye sevk etmiş olabilir. Neyse ki son yıllarda o manzaralar azaldı. O hal için bilinçaltlarına “oturup duruyorsunuz, biraz emek verin, sıraya geçip bekleyin de alın maaşınızı” mı denilmek istenirdi bilemem.

Bir de emeklilerin sürekli takıldıkları mekânlar vardır ya, çevrede oralar hep bilinir. Son durak bellidir zaten: bir mezarlık… Son iskân yeri. Oraya varma çoğu zaman arka plana atılır, belli yerlere takılınır. Bunlardan bir tanesi huzurevi olsa gerek. Her bayram yapılan huzurevi röportajlarıyla görünürler ordan çok insana. Huzurevi isminin de niçin o şekilde verildiği, huzur içinde yatılacağı mezar köşkü için hazırlanan bir konak mesabesinde olduğuyla ilgili gibi.

Emeklemekten emekliliğe uzanan hayat yolunda insan yeryüzünde hep tutunmaya çalıştıkça kalabilir. Emekliliği bir çıkış kapısı olarak görmek saçma, emeklilikten sonra hiçbir emek vermemek imkânsız, her gününü en güzel değerlendirip genç-yaşlı iken güzel yaşamak ise en mantıklısıdır. Güzel ve mutlu yaşamak temennilerimle…

Altınyayla, Burdur

2011-09-10