1.880 Kez Okundu

Ebeveynlik Mesleği

Dünya üzerinde yüzlerce meslek ismi sayılabilir. Maddi getirisi yüksek/düşük, sosyal güvencesi olan/olmayan vs. farklı özelliklere sahip nice meslekler… Neyi istediğimize, yeteneğimize ve de belki de çevremizin etkileriyle, bazen de maalesef eğitimde yönlendirme konusundaki zafiyetlerden kaynaklanarak doğru/yanlış bir meslek tutarız hayatımızda.

Öyle veya böyle aslında mesleğimizi hepimiz kendimiz seçeriz. Ama isteye isteye, ama yaşamın bizi sürüklemesiyle. Fakat öyle bir meslek var ki, anne-baba vasfına sahip olmak isteyen insanların otomatik olarak mensubu oldukları, hiçbir sosyal güvencesi olmayan, tamamıyla sevgi üzerine inşa edilen bir meslek; ebevenlik.

Malumumuz, çalışma şartları kolay veya zor diye niteleyebileceğimiz meslekler vardır. Ebeveynlik, kriterlerine göre diğer mesleklerle mukayese edildiğinde “zor” meslek sınıfına dâhil etmemiz gerekecektir. Neden mi?  Geliyoruz şimdi.

Verdiğim seminerlerde ve yaptığımız veli toplantılarında sık sık bu mevzuyu gündeme getirir ve sorarım ailelere mesleğiniz nedir diye. Aldığım cevapların yanına ben de “bir de ebeveynlik herhalde” deyince önce şaşırıp sonra hak verir mahiyette kafalarını sallıyor aileler. Gerçekten de ayrı bir uğraşı, zaman, emek, özveri isteyen ebeveynlik, apayrı bir meslek meyanında gerektirdikleriyle anne-babaları sorumluluğu altına alıyor. Bu arada bu meslekte bir patronun bulunmaması da denetimsizlikle birlikte iş vicdanda kalıyor maalesef.

İşten yorgun-argın gelen bir beyefendi/hanımefendi. Sonra biten o yorucu mesainin ardından yepyeni bir mesai, onca stres üzerine yeniden bir ekstra efor, anlayış, tahammül, ilgi ve aslında “sevgi”. Tavsiye edildiği kadar uygulaması kolay olmasa gerek.

Bu mesleğin bunca zorluğuna rağmen, çocuklarımızla etkili vakit geçirmeyi bir stres atma aracı olarak kullanmamız, öyle hissetmemiz lazım. Ayrıca evde ders çalışma disiplini ve planı takip etmek, birlikte okuma saati icra etmek, gerektiğinde ödev ve çalışmalara mümkün olduğunca yardım edip gün içindeki yorgunlukları bahane edip bunlardan kaçmamak, bunları bahane olarak kullanmamak icap eder. Unutmamalı ki o sizin bir taneniz ve onun için çok şeyden gözünüzü kırpmadan yeni bir mesleğe başlamak da dâhil fedakârlık yapmaya hazırsınız. O halde çocuğunuz için, kendi mesleğinizin dışında devam ettiğiniz “ebeveynlik” mesleğinde terfi almak için ne gerekiyorsa yapmalı.

1.879 Kez Okundu

Paşa Torunu Sayısalcılar!

               Bugün, çalıştığım lisede 9. Sınıf öğrencilerimize alan seçimi (yeni adıyla ders seçimi ama neticeye bakmak lazım) başlamadan önce onlara birkaç taktik verdim. Anlattıklarımı ilgi ve dikkatle dinlemelerinin belki de en büyük sebebi kafalarında oluşan, seçecekleri derslerin bölüm ağırlığının ÖSYS kapıyı çaldığında onlara sunabileceği avantaj ve dezavantajları görmeleriydi.

                Açık ve net olarak söylemek mümkün ki ülkemizde sözel bölüm yani sözel ders seçimleri yapılan sınıflar, yapılan son değişiklikle farklı bir bölümden tercih yapıldığında katsayının değişmemesi kararından sonra ihtiyaç kapısı haline geldi. Şöyle ki kendi alanına net veya puan bazında güvenemeyen TM ve MF öğrencileri, TS’ den hiçbir puan kaybı olmadan tercih yapabilir hale geldi. Sayısal öğrencisi, alanı olan sayısaldan bir şeyler yapıp üzerine sözel konuları da koyarken durumum aksi sözel öğrencimiz için mevzubahis değildir. Zaten hali hazırda kendi alanından rakip fazlası olan sözel öğrencileri, başka kulvarlardan birilerinin de yarışa dâhil olmasını sayısal derslerden çakmamakla birleştirerek daha ağır bir külfete giriyor.

                Geçtiğimiz seneki ÖSYM istatistikî verilerine göz atarken, katsayı olayının yani şeklinin sözel öğrencileri açısından doğurabileceği sonuçları tahmin etmek hiç de zor değil. LYS- 3 denilen Edebiyat- Coğrafya testine 2011’ de katılan yaklaşık 650 bin öğrenci varken Fizik- Kimya- Biyoloji’ den oluşan LYS- 2 testine aynı yıl 280 bin öğrenci katılmıştır. Sonuç olarak sayısal bölümü öğrencilerinin akın akın, hiç olmazsa şansını denemek babında bile sözel sınavlarına (LYS 3 ve 4) girmeleri ve belki de oradan tercih yapmaları muhtemel olacaktır. YGS’ den yaptığı sayısal sorularıyla sözel öğrencilerinden daha da öne geçebilecek bu öğrenciler TS’ cileri zor bir girdaba sürükleyebilecektir.

                Alanlara göre (MF TM TS) üniversite taban puanları incelendiğinde de MF girişli bölümlere yerleşme puanlarının diğer alanlara kıyasla daha düşük olduğu, MF’ den yerleşilebilecek bölüm sayısının da çok daha fazla olduğu bilgilerini de ele alarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki şu anki ÖSYS sistemi, öğrencinin sayısal dersleri de belli bir seviyede bilmesini istemektedir. Ama az, ama çok fizik, biyoloji veya matematik bilgisi olmadan güzel bir bölüme yerleşmek, TS mezunu bile olsanız böylesi bir rekabette çok zor hale geldi. Dolayısıyla şu vakit sözel bölüm şeklinde telakki edilen bir kapı, arkasında onca zorluğu aralamaktan daha başka bir şey vaat etmemektedir.

                Ve uzun lafın kısası, muhtarın oğlu-kızı veya paşa torunu olup torpil geçilecek zaman çoktan geçmiş gibi. Fakat bunun imtiyazı sayısal bilmekten geçiyor; ÖSS ile ilişkin varsa sayısal bilmelisin arkadaşım.

1.663 Kez Okundu

Önderler

Yönetim… Hakkında yüzlerce hikâye veya bilimsel kitap bulabileceğimiz, önemli hissettiğimiz konu. Lider-yönetici karşılaştırmaları, nasıl iyi idareci olunur bu ve bunun benzerleri yıllardır dillendirilen ve çok kafa ağrıtan mevzular. Konunun geniş dalları budakları olduğundan burada altını çizmeyi düşündüğüm şey yönetimle altbirimler arası ilişkinin niteliği olacak.

Her yönetici elinin altında, himayesinde veya emrinde bulunan bireylerin kaliteli ve işbilir olmasını ister. Nedeni elbet basit, malum başarı. Ne vahimdir ki kaliteli çalışan isteyen, hem de en iyisinden olsun diyen bazı kısım yönetici, yönetme kısmını sadece isminde taşıyıp faaliyete geçiremeyerek kendinde olmayan kalite vasfını çalışanlarından beklemektedir. Hoş, tabi ki böyle bir beklenti kalitesiz bir yöneticinin de hakkıdır elbette. Ancak var olabilecek kaliteyi yoğuracak, kanalize edecek veya örgütleyecek usta eller ya da gerçek bir yönetici olmadıkça alt birimlerin niteliğinin ne kıymeti ola?

Ne yazık nitelikli çalışanı olup kullanamayan yöneticilere, ne mutlu azı çok yapabilen, sevgiyle önde olan önderlere…

1
1.600 Kez Okundu

Yeni Dönem

İkinci dönem başlıyor! Uzun sayılmayacak bir aranın ardından zil yine çaldı, ders zili. Soğuğun en içten veya samimi şekilde hissedildiği, yaşamakta olduğum şu ilçeden yine samimi günaydınlarıyla içimi ısıtan öğrencilerim de olmasa, hani bahsedilen pazartesi sendromu var ya, onu tatil x pazartesi şeklinde telakki edip kat be kat daha ağır bir ağırlık altına girmemem işten bile değil.

Ve bir de dipnot bugünden kendime: eğer idari kadroya ilerde olur da geçersem okul açılış ve kapanış zamanlarında öğrencilere kısa ve esprili fakat bilgi veren ve yönlendiren bir konuşma mutlaka yapacağım.

Yeni dönem hayırlı uğurlu olsun bizlere…

7.353 Kez Okundu 1.506 Kez Okundu

Dönem Sonu

İşte dönemin son okul günü. Uğurlayacağım öğrencilerimi, “Yine görüşeceğiz, özleyeceğim sizi” deyip uğurlayacağım. Üzüntü? Evet, hissediyorum. Var az çok. Ancak o kadar da yoğunum ki. Her sınıf ve şubeye az sayılmayacak şu tatilde dikkat etmeleri gerekenleri sayıyordum, saymalıydım da.

Hoş, güzel, tatildi. Tatil demek de dinlenmek ve belki de kaba bir tabirle tembellik etmekti. Peki onların tembellik etmeye ve aslında çocuk olmaya imkanları var mıydı? Maalasef! Anlattım onlara, haklısınız dedim ki haklıydılar. Dinlenin, eğlenin. Evet bunları yapın ama unutmamanız gereken bir şey var: sizler bir koşunun, uzun bir maratonun yarışmacılarısınız. İster farkında olun, ister olmayın bu böyle. Yapmanız gereken de öyle sabah akşam derskolik olmak değil, bunu iyi biliyorsunuz. Ve sonra devam ettim; “Notlarınızı göreceksiniz karnenizde ve aslında çoğunu biliyorsunuz şimdiden. Canınızı sıkan notlara sahip arkadaşım var mı aranızda?” denilince çoğu evet anlamında başını salladı. Ve yine “Peki bu cansıkıcı notları bu dönem düzeltip mutlu olmak istiyor musunuz?” diye sorunca yine aynı baş hareketi tepkisini aldım. “şu an bu dönemi bitiren ve sizinle aynı duygu ve düşünceyi paylaşan yaklaşık 17 milyon öğrenci var biliyor musunuz? Çoğu pişman; neden kötü notlarım var, neden notlarım daha iyi değil derdinden. Ve harekete geçmek, düzeltmek istiyorlar. Hissedebilirsiniz onların bu hislerini. Ama inanın bana onlar 2.dönem 1.dönemden daha başarısız bir tablo çizecekler. Gerçekten! Sebebi mi? Sebebi basit; bu tatil sürecinde ilk dönem eksik oldukları hatta belki de hiç olmayan bilgi altyapılarını ele almama hatasına düşmeleri. 2.dönem, 1.dönem üzerine inşa edilir. İlki sağlam olmazsa 2.sinden sağlamlık beklenemez.

Bu sözlerimin üzerine düzenli olarak dönem başından bu yana işlenilen konuları tekrar etmelerini, belli miktarda günlük sorular çözmelerini ve her gün en az 25 dakika kitap okumalarını tavsiye ettim.

1.685 Kez Okundu 1.705 Kez Okundu

Öğret-benim Olur musun…

Yaz tatili, yazın bitmesinden hemen sonra bitti ve bugün milyonlarca öğrenci için –o meşhur mecaz ile- “ders zili çaldı”. Ben, bugünü tam 16 yıl yaşadım, bu seneyle birlikte de 17 oldu. O kadar senedir benim için her şey aynıydı aslında. Erkenden kalktım, imkânlarım nispetince en yeni elbiselerimle okuluma gittim. Yine heyecan… Hem de dışarda beni sırılsıklam eden, sevinç ile adrenalinin karışımı şeklinde bir yağmur vardı. Ayakkabımın içini ve gömleğimi ıslatan işte o sağanaktı. Neyse ki güneş, hala neşeli huzmeleriyle bana kurutma konusunda iyi bir yardımcıydı. Ayrıca ıslaklığı saklayan koyu renkli takım elbisemin de hakkını yemeyeyim.

                Dedim ya her şey aynıydı bende. Ben, etrafımda öğrenciler ve yepyeni bir yıl. Fark mı? Sadece giydiğim elbise ve davranışlarımı kendisine göre şekillendirmem gereken bir öğretmen kalıbı. Ayrıca üzerime bir beden büyük hissettim bu kalıbı. Şimdi şöyle de bir bakayım kendime yakışmış mı diye. Eh, fena değil. Yok, aslında, yakışıklı da sayılırım. Lila renk gömleğim bu konuda bana faydası dokundu, sağ olsun, yani eskimesin. İşte tek fark bol da gelse bu üzerimdeki iki şey, takım elbisem ve rolüm olunca yine hayat aynı devam ediyor, bundan eminim. Ha bir de, sınıf arkadaşları arasında suskun, sessiz duran ve boyu yıllar sonra uzayacak olsa da diğerlerinden kısa olan ve bütün bu olumsuz hissettiği algılara rağmen başarılı bir akademik ilerleme gösteren ben’den daha şanslı bir pozisyondayım. Bunu düşününce şimdi çok çok iyiyim. Acaba bahçede sıraya durmuş, öğretmenlerinin sus telkinlerine boyun eğmek, belki de aylardır göremediği arkadaşlarıyla muhabbeti yarıda kesmek zorunda olan o enerjik, potansiyel cevherlerden birinin hemen orda evrim geçirip boyu uzasa ve üzerindeki elbise de külkedisi misali birden takım elbise olsa, sonra arkadaşlarına sus demeye o da başlar mı. Değilse neden? Veya o, öğrenciler hizayı tam sağlayamadı diye onları azarlayan, bir anda küçülüverse ve kıyafeti de mavi renk bir hale bürünse mükemmel bir hiza ustası olup azar yemez miydi? Değilse neden? Geleceğin insanlarını terbiyeli, sus deyinde susan, iyi hizaya giren insanlar üretmenin derdine girerken yoksa işin içine kişisel hislerimiz mi giriyor, ya da ne kadar da çok giriyor. Doğru! İnsan fıtrat itibariyle duygularından kendini soyutlayamaz ama…

                Diyorum ki, oradaki yaramaz afacanla öğretmenin arasındaki fark, aslında büyüme ve gelişmenin dışında hiçbir şey. Bu aynılığı bilen eğitimciler, yarının eğitimcilerini daha sağlıklı iletişimlerle –yani eğip bükmeden ve toleranslı- şekilde süreci sürdürecektir. Dolayısıyla, bundan bin yıl önce  yirmi yaşındaki bir insanla bin yıl sonraki insan aynılar. Bu içgörüyle yaşayan münevver insanlarla aydınlık bir geleceğe adım atmak temennilerimle…

19.09.11

Tunahan

1
1.639 Kez Okundu

Dirmil İ.Ö.O.da İlk Seminer

Eğitim-öğretim yılı, 1.sınıf öğrencilerimize 12 eylül itibariyle başlamıştı. Yeni yıldı, ancak onlar için en yeni. Çünkü üniversite hayatı da dahil edilirse 16 yıllık uzun ve zahmetli basamakları çıkacakları uzun bir merdivene ayak bastılar.

Bir gün öncesinden, 13 eylülde seminer haberini verdiğimiz 36 öğrenci velimizden 28 tanesi gibi bir çoğunluğun katılması sevindiriciydi. Ayrıca benim açımdan okulumdaki ilk seminer olması dolayısıyla apayrı bir önem arz eden bu seminerin renkli, eğlenceli ve faydalı geçtiğine inanıyorum. Buradan iştirakleriyle hem kendi bir taneleri, çocuklarına önem verdiğini gösterip etkin dinleyen hem de motive olmam açısından bana fayda sağlayan tüm öğrenci velilerine teşekkürü bir borç bilirim.

Kullanılan slayta ulaşmak için tıklayınız:

http://www.tunahancetin.com/?attachment_id=355 

1.640 Kez Okundu

“Çek”im Başlasın

Her milletin gurur duyduğu, işte biz şöyleyiz böyleyiz deyip mutlu olduğu birtakım özellikler vardır. Doğal, zira insanın doğasında vardır: az ya da çok. Bizim milletimizin ise birçok… Şunu yaparız, şu şekilde yaparız şeklinde diğer milletlere böbürlendiğimiz çok ama çok şeyler sayarız. İşte bunlardan bir tanesi de dilimizin zenginliğidir. Zengindir, değildir konularına değinmeden “çekmek” mastarını sıkmadan, şöyle etraflıca ele almak istiyorum.

Zannımca sözlüğümüzde “çekmek” mastarı için ayrılan bölümün sayfaları oldukça fazladır ve ilk anlamı ise “asılmak, bir nesneyi bir noktadan diğer bir noktaya taşımak için kuvvet uygulamak”tır. Fakat biz;

Birini kıskandığımızda “-e bilmek” ile olumsuz çekimle “çekemeyiz”.

Utandığımızda “-in” yapım ekiyle çekinir, birini bela ve musibete duçar ettiğimizde de “-tir” yapım ekiyle “çektiririz”.

Vazgeçtiğimizde, bir şeye son verdiğimizde “-il” yapım ekiyle “çekilir”, biriyle sağlam bir rekabete girince “çekişir” ve o kişinin –belki de rekabetin bir meyvesi- arkasından ileri geri konuşursak da “-iş” ve “-tir” yapım ekleriyle “çekiştiririz”.

Merakımız vardır genel olarak, bol bol “fotoğraf çek”eriz. Hatta fotoğraf çekme özelliği bulunmayan telefon, bizim için telefon sayılmaz.

İyi diyalog kurmak maksadından ziyade işlerimizi yaptırmak için “yağ çek”er ve bunu yaparken hiç “çekinme”yiz.

Birlikte sevinmeye, eğlenmeye bayıldığımızdan olsa gerek düğünlerde “halay çek”eriz. Eğlencemizin dozunu iyi ayarlamakta sorun yaşayınca düğünde silah kullanıp birbirimizi, hatta damat/gelini vurmakla diğer insanların “dikkatini çek”eriz. Ayrıca bu gibi dikkat çekici işlerde diğer milletlere nispetle “başı çek”eriz. Neden böyle yapıyorsunuz denilince, biraz diklenici ruhluysak peşkeş veya “rest çek”er, gözümüz kararırsa “çeker gider”, sivrilikte uç dereceye ulaşmaya cüret edince de “bıçak-silah çek”er, sonra da kendi başımıza açtığımız belanın “derdini çek”eriz.

Eskiden “telgraf çek”ilirmiş. O da yaygın olmadığı için pek görüşemediğimiz, içimizde bir ukde olarak kalmış olacak ki görüşmeyi, konuşmayı yani iletişim kurmayı çok sevdiğimizden irtibat kurmayı “iple çek” eriz. Ancak maalesef her yerde “telefon çek”mez. Gerçi artık çok yerde “dört çek”iyor(muş). Kontörümüz aramaya yetersiz ya da bedavamız varsa “mesaj çek”eriz.

Alışveriş mi? Bu çağda tam çılgınıyızdır. Cebimizde metelik olmasa bile bizlere büyük lütuf olan muhterem alternatifimizi kullanarak “kart çek”eriz. Ancak kartı eşimize vermiş isek ve o da bizi “önü çek”ilmez bir borca sürüklemişse “fırça çek”eriz. Kızmışsak, çok kızmışsak belki de “araya duvar çek”er bir müddet konuşmayı keseriz. Daha da sinirlenmişsek evliliğimizin üzerine –hani kolay ya- bir “çizgi çek”er evliliğimize son veririz. Nedeni makul gelir: para “suyunu çek”miştir. Ama böyle sudan sebeplerle çok boşanırız.

Okulluyuzdur ya da okullu olmuşuzdur yıllar yılı. Hatırlarsınız, Türkçe derslerinde sıkça “fiil çek”mişizdir orda. Çalışmayınca da cesaret edebilmişsek “kopya çek”miş, teneffüste de top oynayıp “şut çek”mişizdir. Muzırda ileri isek –maçta sinirler hep gergindir- arkadaşımıza maçta “hareket çek”mişizdir.

Dedim ya, dilimiz zengin mi değil mi konularına girmeyeceğim. Ama hakkında “film çek”ilebilecek kadar ilginç ve geniş kullanımları var olan bu “çekmek” mastarı bile bazı düşünce yapısına sahip insanları tüm bildiklerini sıfırlatacak, “reset çek”tirecek nitelikte. Tüm bu anlattıklarıma güzel bir “cila çek”ip, “mastar çek”imlerinin stüdyosunun genç dimağlarımız olmasını temenni ederim

Tunahan

16.09.11